Sunday 24 July 2011

2. GÜN

Sabah erken kalkıp internette biraz vakit geçirdik. Salona indiğimizde Colin nefis kahvaltılıklar hazırlamıştı. Kruvasan ve kahveyle karnımızı doyurup Colin’le sohbet ettik.

Bize geçtiğimiz yaz Mel ve birkaç arkadaşlarıyla birlikte Campervan kiralayıp Glastonbury festivaline gittiklerini anlattı. Araç kiralayan şirket bir hata yapıp onların kiraladığı medium aracı başkasına verince Colin’lere dev bir Amerikan lorry’si tahsis etmişler. Hani şu Amerikan yollarında kullanılan, müzisyenlerin turneye çıktığı, içinde küveti ve çamaşır makinesi dahi olanlardan. Konforlu geçmiş tabii oldukça.

İşin enteresan tarafı 70’li yaşlardaki insanların yaz tatillerinin bir kısmını Glastonbury’de geçirip Beyonce, U2, Coldplay, Morrisey dinlemeye gitmesi. Ben şimdi bir yandan bizdeki yaşlıları düşünüyorum. Aklıma doğrudan evlerinde invizaya çekilip, tek hobisi torun sevmek olan, geçmiş günleri yad ederek vakit geçiren insanlar geliyor. Sanırım buradaki insanlar sadece fiziken yaşlanıyorlar, ruhları bizden daha genç. Avusturya’da 80’lerindeki kayakçıları görünce de aynı şeyleri hissetmiştim (hatta onlar fiziken de yaşlı değildi sanki, evet derilerinde kırışıkları vardı ama kondüsyonları bizden kat kat iyiydi). Türkiye’ye göre formatlanmış zihnimin buraya adapte olması zaman alacak. Daha çok şaşıracağım gibi görünüyor.

Evden 4 pm’e doğru çıkıp otobüsle Elephant&Castle’a, sonra da tube’le Piccadilly Circus’a gittik. Eat’te karnımızı doyururken yağmurun dinmesini bekledik. Oğuz’a Vodafone hat aldık. Totenhamcourt’ta Nermin’le buluşup Soho’da bir pub’a gittik. Daha sonra Özgür’ün ortaokuldan beri Londra’da yaşayan arkadaşı Evrim bizi akşamki pub-crawl’lerine davet edince Tube’la Chancery Lane’e gidip Clerkenwell’deki Jerusalem Tavern’de buluştuk.

Burası tarihi 14. yüzyıla uzanan bir pub, 1720’den beri de şu anki binasında. Londra’nın klasik süslü publarına nazaran çok daha sade, neredeyse bizdeki esnaf lokantalarının havası var. Kendi küçük imalathanelerinde (microbrewery deniyor böyle yerlere) özel biralar üretiyorlar. Ben özel tariflerinden Honey Porter’ı denedim. Yoğun bir parfümü yudumlamak gibiydi. Daha önce bu kadar keskin kokulu bir bira tatmamıştım. Çok lezzetli ama yoğun aromalı oldugu icin ½ pint olarak denenebilir.

Evrim tam bir Londra aşığı. Sinema hem işi hem de tutkusu, burada bir film klubü yönetiyor. Bir ara Time Out Londra için de çalışmış. Londra’nın alternatif ve özel yerlerini  keşfetmek için iyi bir rehber olacağını Özgür söylemişti, biz de kendisiyle tanışınca anladık.

Sonrasında Barbican yakınlarında Old Red Cow isimli pub’a gittik. Biranın yanında atıştırmalık olarak kerevit patesiyle kapli Scottish Eggs ve kızarmış patates yedik. Normalde bu İskoç yumurtalarını sosis dolgusuyla yapıyorlar, kerevitle kaplanmış hali oldukça başarılıydı. Kızarmış patatesler ise burada çoğu yerde başarılı, patates böyle bir şeyse ben bugüne kadar farklı bir şey yemişim.

Daha sonra tube’la Phoenix tiyatrosunun altında, sadece üyelerin girebildiği Phoenix Artist Club’a gittik. Burada biralarımızı Evrim ısmarladı.

Böylece 4 pub’lık kısa bir pub-crawl’ı tamamlamış olduk ve evlere dağıldık. Pub-crawl “birahane emeklemesi, sürüklenmesi” anlamına geliyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde ne kadar doğru bir tabir olduğunu da anlıyorsunuz.

No comments:

Post a Comment