Monday 14 November 2011

İLK MİSAFİRLERİMİZ VE İKİ DİVA

Evimize yerleşeli bir ay oldu. Evin gerekli eşyalarını, eksik gediğini ve tv, telefon, internet gibi servislerini bağlatmaya çalışırken İngilizlerin ağırkanlı yönünü de keşfediyoruz. Burada herşey aşırı sakin, yavaş bir tempoda ilerliyor. Acil kelimesi telaffuz edilmiyor. Zaman, Türkiye’dekinden oldukça farklı akıyor.

Evden geç çıkan önceki kiracılar, bir türlü tamir edilemeyen bozuk bulaşık makinesi, internet için haftalar sonrasına randevu veren Sky, ilk hafta unutulduktan sonra diğer hafta kargoda kaybolan ve bir türlü gelemeyen yemek takımı, ev sahibimizin gaz ve elektrik saatlerini okumayı sürekli unutması ve daha pek çok küçük aksilik… En ufak şeyin aşırı acil, hayat memat meselesi olarak ele alındığı Türk reklam sektöründe çalışan iki insan olarak, tüm aksilikleri ve gecikmeleri “kabul edilemez” olarak görüp bir süre ortalıkta asabi asabi dolaşsak da zamanla duruma alışmaya başladık. 

Spitalfield’daki tavşanlar. Paul Cox’un insana mutluluk veren diğer heykelleri için şu linke bakabilirsiniz.

Yeni evimizde ilk misafirlerimiz sevgili arkadaşlarımız Seden ve Erkul oldu. Aniden soğuyan Londra havasıyla hepimiz biraz nane molla olsak da bu dört günlük ziyaret çok güzel geçti. Beraber Shoreditch pazarlarını dolaştık; evimizin biraz ilerisindeki Lordship Lane caddesinin lezzetli lokanta ve pub’larını keşfettik; Royal Academy’nin düzenlediği Macar fotoğrafçılar sergisini gezdik; benim Londra’daki favori mekanım olan Wolseley’de öğle yemeği yedik.


İskoç heykeltraş Kenny Hunter’in bölgeye yerleşen göçmenleri sembolize eden ve 45 bin Pound’luk Spitalfield Heykel ödülünü kazanan eseri. 











Bricklane'den çok beğendiğim bir grafitti

Bricklane'de dolaşırken gözlerinizi iyice açmakta fayda var. Minyatür bir başka grafitti.


Bir tane de Camden'dan.


Hayward Galleri’nin üstündeki samandan mamul dev tilki. Londra'da tilki zengini bir şehir. Geceleri sık sık bizim evin önünde de görüyoruz. 


Wolseley
Wolseley, Londra’ya gelenlerin mutlaka uğraması gereken bir restoran. 20. yüzyılın başında Wolseley arabalarının showroom’u olan tasarlanan mekan, şirketin iflasıyla bu amaca maalesef sadece 5 sene hizmet edebiliyor. Uzun bir süre Barclays Bank’ın Picadilly şubesi olan mekan, 2003’te restorana dönüşüyor.

Erkul, Seden ve Wolseley'in çay salonu.

Wolseley, etkileyici Art Deco atmosferi, gümüş yemek takımları, ünlü ve varlıklı konuklarıyla insanı günlük koşuşturmacasının dışında farklı bir zenginlik diyarına taşıyor. Rezervasyon yaptırmadıysanız ana yemek salonunda yer bulmanız zor olabilir ama girişteki çay salonunda hemen her zaman yer bulmak mümkün. Tatlı ve çayla arası iyi olmayanlar leziz salata, istridye, sandviç çeşitlerini tadabilirler. Akşam yemeği için için oldukça pahalı bir yer olsa da, 5 çayı ve kahvaltı için makul fiyatlı bir restoran olduğunu söyleyebilirim. Wolseley Ritz Otel’in hemen yanında, 160 Picadilly’de.


2 Diva
Sevgili Seden ve Erkul’un bize yaptıkları ziyaretin en önemli iki olayı Amy Winehouse’un evini ziyaretimiz ve Adele’in Apollo’daki konseriydi tabii.

Arı kovan topuzlarıyla meşhur iki muhteşem İngiliz diva… Biri aşk acısından gelen esinle yaptığı muhteşem şarkılar ve harika sesiyle zirveye yükseldi. Diğeri acı aşkı sayesinde tanıştığı uyuşturucu yüzünden hayata veda etti.

Pazar günü Seden’in özel isteği üzerine Amy Winehouse’un Camden’daki evini ve müdavimi olduğu Hawley Arms isimli pub’ı ziyaret ettik ve kadehlerimizi Amy şerefine kaldırdık. Bu muhteşem müzisyenin ölümü maalesef Oğuz’la benim Londra’ya gelişimizin dördüncü gününe denk gelmişti.


Amy Winehouse'un evinin önü hala yoğun şekilde çiçekler bırakıp mum yakan hayranları tarafından ziyaret ediliyor. 

Pazartesi günüyse Adele'in Hamersmith Apollo'daki konserindeydik. Özellikle Erkul'un sıkı hayranı olduğu bu muhteşem sesli, tatlı ve tombul kız, Vogue, The Gentlewoman ve Q gibi pek dergiye gencecik yaşında kapak olmayı başardı. Yazdığı neredeyse tüm parçalarının en büyük esin kaynağı ise kendisini terkeden eski erkek arkadaşı. Bu bilgiyi de konser sırasında hemen her parçadan önce hatırlatmadan duramadı. 




Konser sırasında Adele’in şarkı söylemediği zamanlar da tatlı tatlı konuştuğunu, böylece ağzı hiç durmayan bir insan olduğunu öğrendik. Beğenmediği bir bölüm yüzünden özür dileyerek söylediği parçaya yeniden baştan başlaması, bir başka parçayı yarıda kesip sağlık ekiplerine bayılan bir izleyicinin yerini tarif etmesi ve Türk sanat müziği söyler gibi ellerini göğsünün üzerinde tatlı tatlı birleştirip, minik hareketlerle tempo tutuşu Adele’i daha bir sevmeme neden oldu.






Bu güzel konsere vesile olan Erkul’a sevgilerimle…



(Not: İnternetimiz hala bağlanmadı, USB modemin limitli interneti yüzünden bu blog yazısını bir ay gecikmeli olarak yükleyebildim. Blog’a ne oldu diye soranların bilgisine… )