Sunday 24 July 2011

1. GÜN

20 Temmuz Çarşamba günü British Airways’in 13.55’te İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan kalkan uçağına binip Oğuz’la beraber Londra yollarına koyulduk.

Valiz aşamasında en büyük sınavımız Oğuz’un dükkanın en önemli demirbaşı olacak olan work station kasası ve dev monitörünü paketlemek oldu. Bu kısımdan biraz uzun bahsedeceğim. Bunun sebebi, bilgisayarımızı Londra’ya uçakla götürmeye karar verdiğimizde internetten konuyla ilgili araştırma yaptık ama fazla kaynak bulamamadık. Maksat desktop bilgisayarını yurtdışına bu şekilde taşıyacaklara hizmet etmek…

Peki neden uçak? Çünkü araştırdığımız en ucuz kargo şirketinden daha ucuza geliyor, gümrüğe takılma riski yok ve hızlı. Güzelce paketleyerek zarar görme ihtimalini de engelleyebiliyorsunuz.

Öncelikle dev monitörden bahsedeyim… “Aman ne olacak bir monitörden” diye düşünenler varsa standsız ağırlığının 6 kg geldiğini ve medium boy bavullara sığmadığını belirtmek isterim. Bir ara monitörü kabine almayı düşünmüştük ama iyi ki de yapmamışız, sığmayacakmış. Onun yerine güzelce 3 kat bubble wrap’a sarıp kenarlarından giysilerimizle sıkıştırarak destekledik ve en büyük boy valizimize yerleştirdik. Workstation kasasını da 2 kat bubble wrap üzerine Oğuz’un lacivert battaniyesi ve sevgiyle sarıp Atilla’dan aldığımız dev bir karton koliye yerleştirdik. Son olarak havaalanında plastik folyoya benzeyen zımbırtılarla kaplattik.

Neticede uçağa yasak listesinde bulunmayan bir şeyi sokabiliyorsunuz. Ama bilgisayar yekpare olarak çok ağır geldiginden parçalara ayırıp, valizlere garip parçalar dağıtınca kontrolde “dur kardeşim napıyosun, bomba mı yapcan” diye durdurmalarından pek korktuk. Örneğin bilgisayarın içinden çıkarıp valize koyduğumuz, benim fan olduğunu tahmin ettiğim bir parça var, kenarlarından bir sürü bakır çubuk çıkıyor ve el kadar şey 1 kg’dan ağır, yani ben onu yolda görsem bomba diye şüphelenebilirim (Oğuz’a sordum heat sync imiş meğer bu parça). Neyse ki kontrollerdeki görevliler benden daha bilinçli  çıktılar. Sadece kabin içine aldığımız 4 hard diski çıkarıp kontrol ettiler. Eğer benim kabin valizimdeki scanner ve Wacom’u da kontrol etmek isteseler, valize son anda tıkıştırdığımız çoraplar ve bilumum ıvır zıvır eşya etrafa sere serpe dağılacak ve rezillik yaşanacaktı, yaşanmadı. Alman kontrolünden geçsek bu kadar şanslı olmayabilirdik. Oradaki görevliler kameraların lenslerini çıkarıp, ışığa tutarak içlerini kontrol edecek kadar detaycı. Sonuç olarak korktuğumuz gibi kontrollerde didiklenip dağılmadan bilgisayar parçalarımızı gayet güzel şehr-i Londra’ya getirebildik.

2 büyük, 2 orta, 2 kabin boy valiz ve 2 laptop çantasıyla Heatrow’a indiğimizde bizi ev sahibimiz Colin ve onun station wagon Nissan arabası karşıladı. Rahat bir yolculukla ilk iki haftamızı geçireceğimiz evimize doğru yola koyulduk.

Daha önceki Londra seyahatlerimizde Luton ve Gatwick’ten şehir merkezine trenle gelmiştik. Tren yollarının etrafı eski evler ve pofidik koyunların otladığı geniş arazilerle çevrili olduğundan ilk izlenim olarak eski filmlerdeki gibi grotesk bir Londra canlanıyor insanın kafasında. Bu defa Heatrow’dan arabayla gelirken şehrin modern yüzü karşımıza çıktı. Cool’lukta New York ile yarışan batı Londra’yı gördük. Audi’nin müzeye benzeyen muhteşem dev showroom’u ve Chelsea Limanı’ndaki şirin tekne evleri daha önceki seyahatlerimizde görmemiştik. Bir ara kırmızı ışıklarda ellerinde silecek ve bezlerle arabaların camlarına atlayıp dilenen Romanları görünce İstanbul’dan da izler bulmuş olduk ve Londra’nın kozmopolit yapısına tekrar şaşırdık.

Ev sahiplerimiz Colin ve Mel 70’li yaşlarda çok tatlı bir çift. Bize her konuda detaylı şekilde yardımcı olmaya çalışıyorlar. Evleri güney Londra’da Camberwell’de 5 odalı harika bir dubleks daire, burada 2 tatlı köpek ve odalarını kiralayan misafirleri ile beraber yaşıyorlar. 


Airbnb.com’u ilk kullanışımızda böylesi güzel bir mekan ve insanlara denk geldiğimiz için çok şanslı hissediyoruz.


Kaldığımız oda evin en güzel odası. 5 metre enindeki panaromik ve boydan boya cam cephesiyle yataktan Londra kartpostallarında görünen London Eye, Big Ban, Westminster Abbey, Swiss Re, BT Tower, inşaası süren Shard London Bridge gibi pek çok önemli yapıyı görmek mümkün.



Evde beraberce çay içip biraz muhabbetten sonra dışarı çıkıp Oyster’larımızı bir haftalık doldurduk ve otobüsle Leicester Square’e gidip Fatih’le buluştuk. Fatih dokuz aydır Londra’da. Kendisi çok yetenekli bir fotoğrafçı. (Daha fazla bilgi için bknz. noradius.wordpress.com) Şehirdeki bu ilk fotoğrafımızı da o çekti.


Pret a Manger’da birer sandviçten ve Soho’daki bir pub’da birer ale’den sonra son iki gündür ne kadar yorulduğumuzu anladık. Tube’e atlayıp sonrasında 15 dk’lık bir yürüyüşle eve döndük. Perdeleri açıp Londra manzarası ve TV izleyerek uykuya yattık.


No comments:

Post a Comment