Friday, 6 January 2012

INCREDIBLE INDIA / 4. ve son bölüm

4 Aralık Perşembe
Sabah 9’da lobide yerel rehberimizle buluştuk ve göller şehri denilen Udaipur’u gezmek üzere otelden ayrıldık. Öncelikle tekne turu için Pichola Gölü'ne gittik. Şehrin su ihtiyacını karşılaması için suni yolla yaratılmış bu büyük gölün kıyısına inşaa edilmiş zarif Rajput Sarayları şimdi dünyanın önde gelen otelleri olarak hizmet veriyorlar.


Göl kıyısında çamaşır yıkayıp banyo yapanlar.


Pichola Gölü


Gezi sırasında Pichola gölü üzerindeki bir adaya inşaa edilen Jag Mandir sarayına uğradık. ©Erkul Yazgan


Jag Mandir'den manzara




Udaipur City Palace ©Erkul Yazgan

Tekne turumuz bittikten sonra Udaipur City Palace’ı gezdik. Gezdiğimiz önceki saraylarla karşılaştırıldığında oldukça küçük olan bu saray, içerisindeki soyluları ani bir saldırıdan korumak üzere özellikle küçük inşaa edilmiş. Örneğin ani bir baskında düşman taburlarının geçmesini zorlaştırmak için koridorlar daracık yapılmış. Bu koridorlar kesmezse, aceleyle koşan düşman askerleri dengelerini ayarlayamayıp birbirlerinin üzerine düşerek telef olsunlar diye yolun sonuna basamak uzunlukları birbirinden farklı merdivenler inşaa etmişler.


Haldighati savaşını anlatan bir minyatür.

Udaipur Mihracelerinden biri olan Pratap ve atı Chetak’ın efsanevi hikayelerinin anlatıldığı resimler hemen sarayın girişine yerleştirilmiş. Hikayeye göre 14. yüzyılın sonunda Babürler ve Rajputlar arasında geçen Haldighati Savaşında, Babürler özel eğitilmiş filler kullanıyorlarmış. Bu filler, iki yandaki dişlerine takılan özel yapım kılıçları kullanarak üzerlerine gelen Rajputları bir güzel dilimliyorlarmış. Mihrace Pratap, Babür savunmasını oldukça sağlam tutan bu silahşör filleri aşabilmek için bir başka parlak fikir bulmuş. Atı Chetah’ya özel bir kostüm yaptıran Pratap savaşın en kızıştığı noktada Babür ordusunun Rajput kumandanı Man Singh’in kılıç taşıyan filine doğru dört nala saldırıya geçmiş. Fil, Chetah’ın özel kostümünü görünce şaşırmış ve kılıçlarını sallamayı bırakmış, çünkü kafasında kumaştan bir fil suratı ve hortumu olan atı yavru bir fil zannetmiş. Filin bir anlık şaşkınlığından yararlanan Pratap, kılıcını çekip ön ayaklarını filin kafasına dayayan Chetah’ın gövdesi üzerinden uzanarak kumandana yönelmiş. Man Singh’in eğilerek darbeyi savuşturması sonucu Pratap filin sürücüsünü doğramakla yetinmiş. Tam da o anda atın kokusunu alan fil, onun yavru bir fil olmadığını anlayarak Chetah’ya saldırmış. Ayağından ölümcül bir kılıç darbesi alan Chetah, Pratah’ı savaş alanından uzakta sakin bir yere götürünceye kadar dayanmış ve oracıkta can vermiş. Pratah savaşı kazanamasa da hayatı boyunca gerilla bir kumandan olarak dağdan Babürlere karşı savaşmış ve Rajputlara büyük bir cesaret kaynağı olmuş.


Aynada bizim ekip. ©Erkul Yazgan


Güneş tanrısı bıyıklı Surya'yı şehrin her köşesinde görmek mümkün.




Udaipur City Palace'ın içinden bir cumba. ©Erkul Yazgan


Uslu bir çocuk olursanız bir gün siz de mihrace olabilirsiniz.


Sarayın içindeki kuş kafesleri.

Saraydan çıkınca yakındaki Kristal Galerisini gezdik. Koleksiyonun tamamı Mihrace Sajjan’ın 17. YY’ın sonunda İngiltere’deki F&C Osler’dan ısmarladığı parçalardan oluşuyordu. Mihrace parçalar ulaşmadan öldüğü için kolleksiyon lanetli addedilmiş ve yüzyıl boyunca paketlerinden çıkarılmamış.

Tur sonunda minibüsümüze atlayıp Udaipur havaalanına geldik. Tüm gezi boyunca bize eşlik eden şoförümüz Hurşit ve mahcup muavinimizle vedalaştıp, 16:50’deki Delhi uçağına bindik.


Hurşit, muavinimiz ve bizim ekip. ©Erkul Yazgan

Bir saatlik uçuştan sonra havaalanı civarındaki otelimiz Airport Residency’e yerleşip yiyecek birşeyler atıştırdık. Saat 8:30 civarı sinemaya gitmek üzere Erkul’la beraber bir taksiye binerek Delhi trafiğine daldık. Hintlileri garip bir alışkanlıkları var. Sorduğunuz hiçbir soruya olumsuz cevap vermiyorlar. Örneğin ingilizcesi olup olmadığını sorduğumuz taksi şoförümüz bize tereddütsüz bir ifadeyle “yes” demesine rağmen, bilgisi maalesef bu tek kelimeden ileri gitmiyordu. 20 km uzaktaki PVR Vikaspuri sinemasına vardığımızda saat 10’daki ilk film olan Dirty Picture’a biletlerimizi aldık.



Dirty Picture, 80’lerde şöhreti yakalayan Bollywood aktrisini Silk Smitha’nın hayat hikayesi ve intiharına dayanılarak hazırlanmış, gezimiz sırasında en popüler olan iki vizyon filminden biriydi. Hintliler sinemada tepkilerini bolca tezahürat ve alkışla dile getiriyor, filmi yaşayarak izliyorlar. Bu filme ilk kez gelmediği belli olan bazı seyirciler, film sırasında yüksek sesle oyuncuların repliklerini tekrar etmekten de çekinmiyorlardı.


Dirty Picture'ın iki hit film müziğinden biri "Ooh la la". İlk duyduğum andan beri dilimden düşüremediğim, derme çatma lirikler uydurup sürekli tekrarlamak suretiyle Oğuz'u bıktırdığım komik bir şarkı. Esas kızımız Silk'i oynayan Vidya Balan ve Suryakanth rolündeki Naseeruddin Shah'ın filmde birbirlerine aşık oldukları anda çılgınca kırlarda, bayırlarda, tapınaklarda dans ettiği çok eğlenceli grotesk bir plan.



Bu da filmin ikinci hit parçası "Ishq Sufiana".


Film sonunda şansımıza hemen sinemanın önünde bulduğumuz taksiye atlayarak yine oldukça heyecanlı bir yolculuk sonunda otelimize vardık. Hiç uyumadan duş alıp valizlerimizi hazırlandık. Bizi havaalanına götürecek rehberimiz Akash uyuya kaldığı için mini bir heyecan yaşasak da bir saat rötarla havaalanına vardık. Erkul, Özge, Yıldız ve Özgür sabah 5’teki THY uçağıyla ayrılırken ben 7:05’teki British Airways uçağıyla Londra’ya doğru yola koyuldum.

SON OLARAK
Hindistan seyahatimiz, Far’n Away Travel aracılığıyla kusursuz şekilde (bknz. link) planlandı. Akorn Destination Management’ın muazzam bilgili yerel rehberleri ve çok sevdiğim arkadaşlarım sayesinde de mükemmel bir geziye dönüştü.

Peki... Hindistan’ı sevdim mi?

Herkes hayatının bir döneminde sürekli bu büyülü ülkeyi öven bohem karakterlerle karşılaşmıştır. Bu hippi gezginler, Hindistan’dan egzotik, toz pembe bir meditasyon diyarı gibi bahsederken bazı kötü tecrübeler hakkında ise susmayı tercih ederler. Ama aslında Hindistan’ın iyi ve kötü deneyimleri birbirinin o kadar içersinde yaşanıyor ki, bir yönünü öne çıkarıp diğeri hakkında susmak yanlış olur.

Beğenerek takip ettiğim globe-jotters.blogspot.com sitesinden Charlotte’un Hindistan hakkında yazdıkları hislerime birebir tercüme olduğu için bir kısmını aktarmak istiyorum.

Charlotte, Hindistan’a gitmeden önce ona bir Marmite ülkesiyle karşılacağını, buna hazır olmasını söylemişler. Marmite İngilizlerin maya özütünden ürettiği, ekmeğe sürülüp yenen bir kahvaltılık. Sloganı da “ya seversiniz ya nefret edersiniz”. Gerçekten de her ağız tadına hitap etmeyen bu garip lezzeti ya çok seviyor ya nefret ediyorsunuz.

Fakat Charlotte bu Marmite yorumuna tam olarak katılmamış. Hindistan’ı ya seven ya da nefret eden kutuplardan birine kaymamış. Aksine Hindistan’ı aynı anda hem sevip hem de nefret etmiş. Yine yiyeceklerden örnek vererek, burayı üzerinde istiridyeler olan bir cheesecake ya da çikolata ve brüksel lahanalı sandvice benzetmiş.

Bu masal diyarını gezerken daldığınız derin hayallerden, kaldırımda yatan ailesinin üzerine gece üşümesinler diye çuval örten bir babanın görüntüsüyle aniden uyanabilirsiniz. Charlotte’a katılmamak elimde değil. Hatta onunkinden yola çıkarak kendi örneğimi de vereyim. Üzerinde kaymak yerine ançüez bulunan bir porsiyon ekmek kadayıfı hayal edin. İşte o benim Hindistan’ım.



Hindistan notlarımın başlığı için esin kaynağı olan, geçtiğimiz seneki muhteşem Hindistan turizm filmi.

Wednesday, 4 January 2012

INCREDIBLE INDIA / 3. bölüm

2 Aralık Cuma

HİNDİSTAN'DA TRAFİK
Saat 9’da otelimizden ayrılıp Jodhpur’a doğru yola koyulduk. Minibüsümüzün kaptanı Hurşit ne kadar iyi bir şoför olsa da 7 saatli yolculuk tam bir azaptı. Siz siz olun Hindistan’ı arabayla dolaşmaya kalkmayın. Allah korusun, kaza yapmasanız dahi trafikte maruz kaldığınız gerilim ve stresin etkileri bir süre peşinizi bırakmayacaktır.

Hintli sürücüler arabaya oturup kontağı çalıştırdıkları anda mütemadiyen acı acı korna çalmaya başlıyorlar ve kontağı kapatıp aracı park edene kadar da kornaya basmayı bırakmıyorlar. Neden bilmiyorum ama trafik kültürlerinde korna çalmak yaygın ve normal birşey. Çoğu kamyonun arkasında “Horn Please” yazarak kibarca bu eylemi teşvik ediyorlar.

Kamyonun arkasındaki yazıya dikkat!

Sadece korna olsa iyi… Adrenalinden çok hoşlandıkları ya da komple çatlak oldukları için olsa gerek, sürekli hatalı sollama yapıp karşı şeritten gelen araçla burun buruna geliyor ve direksiyonu ancak son saniyede kendi şeritlerine kırıyorlar.

Evet, son saniyede… Hep son saniyede! Sollama yarılandıktan ve az önce sollanılan aracın yanında ilerlenip yeterli vakit ve uzun bir mesafe varken kendi şeridine geçmek ne kadar da banal!

Şoför değil de, dikkatinizi çekerim on kişilik bir minibüsün arka koltuğunda oturan insan olarak karşıdan gelen aracın şoförüyle gözgöze geliyorsunuz ve yaşamınızın film şeritlerinin gözünüzün önünden geçmeye başlıyor. Yanınızda oturanın kolunu acı acı sıkarak morartıp haykırmaya başladığınız noktada, anda, salisede, işte ancak o zaman, şoförünüz aracın beli bükülüyormuşçasına kendi şeridine kıvırtıveriyor.

Ve tahmin edin yüzündeki ifade nasıl?

En ufak bir gerilim var mı? Yok… Sakin ve huzurlu… Sanki park etmiş de öylece durup ufuktaki gün batımını izliyor. Huşu içinde yola devam ediyor. Ve bu sollama aksiyonu mütemadiyen birkaç dakikada bir tekrarlanıyor. Varsın yola inekler çıksın, hız kesmek de neymiş, hem onlar kutsal bonuslar bir kere…

Şehir merkezlerindeki trafik de anlatılmaz yaşanır denebilecek türden bir kaos. Videodaki görüntüler ekstrem örnekler değil, Hindistan trafiğinden gündelik, sıradan bir tablo:




Herhangi bir trafik ışığı, yönlendirmesi ya da kuralına uymadan her yönden her yöne gitmek mümkün. İlginç bir şekilde bu kadar kuralsızlık içinde trafik sıkışıp tıkanmıyor. Düğüm her seferinde ilahi bir el değmişçesine bir anda çözülüveriyor.

Bir moto rickshaw şoförü


7 saatlik yolculuk heyecanlı yolculuktan sonra yine bir mihrace sarayı olan otelimiz Ajit Bhawan Palace’a vardığımızda, o gün için öngörülen tur programını yapmamız saat itibariyle imkansızlaşmıştı.

Tur programını daha müsait olan ertesi sabaha kaydırarak gezinin başından beri, hatta Hindistan’a gitme planı ortaya çıkar çıkmaz Özge’nin hayali olan ve aramızda Riçırt Giiir olarak kodladığımız Maharani Art Exporters adlı dükkana gitme kararı aldık. Burası sevgili Laçin Hanım’dan öğrendiğimiz, gezi rehberlerinde pek geçmeyen bir alışveriş vahası. Pek çok batılı tasarımcı ve markanın sipariş verdiği şirket, tasarımcılara verdikleri parçaların üretim fazlalarını (biraz fazla üretim fazlası üretiyorlar galiba) mağazada müşterilerine sunuyor. Louis Vuitton, Armani, Hermes, Etro, Kenzo gibi markaların binlerce dolarlık yatak örtüleri ve şallarını 50-100 dolar gibi çok uygun fiyatlara almak mümkün. Jodhpur’a yolunuz düşerse kaçırmayın. Bu arada başta bahsettiğim geyiğimizin kahramanı Richard Gere’in bu dükkandan 21 takım yatak örtüsü ve 108 adet eşarp satın alması dükkana gelenlere mutlaka anlatılan ve fotoğraflarla da belgelenen bir anı. Adres: Tambaku Bazar, Jodhpur - 342002 Rajasthan


Maharani Art Exporters'a geleni eli boş göndermeyen usta tezgahtarımız. ©Erkul Yazgan


Maharani Art Exporters bir de Financial Times’ın “Param var yahu, ne yapsam da nasıl harcasam?” diye tercüme edebileceğimiz “How to spend it” ekinde önerilmiş, buyrunuz şu linkten bakınız.

Jodhpur sokaklarında mutlu mutlu dolaşan buzağılar

 Sardar marketin gece tezgahları



Alışverişten sonra kendinizi aç hissederseniz önerebileceğim iki yer var. Şehrin ortasından yükselen dev kayalıkların üzerine inşaa edilmiş muhteşem Mehrangarh Fort’un içindeki restoran birinci tercihiniz olsun. Manzaralı bölümü biz gittiğimizde maalesef kapalıydı o yüzden tercih etmedik ama teras kısmı açıksa size ilk olarak orayı öneririm.

Bizim akşam yemeği yediğimiz Pal Havali ise şehrin içindeki yüksek bir terastan 360 derece Jodhpur manzarası izleyebileceğiniz bir başka süper mekan. Yemeklerini arkadaşlarım beğenmiş olsa da ben şahsen fazla bir yorumda bulunamayacağım. Jodhpur’a vardığımızda 2 gündür hintlilerin tabiriyle Delhi Belly denilen sindirim sistemi sorunundan muzdarip olduğum için gezinin sonuna kadar akşam yemeği yemem maalesef mümkün olmadı. Hindistan dönüşü 3 kilo vermiş olmam sevindiriciydi ama.

Ajit Bhawan Palace'daki içinden ağaç geçen odamız.

3 Aralık Çarşamba
Kahvaltıdan sonra saat 8’de önceki günden devrolan Jodhpur gezi programımıza başladık. Öncelikle akşam şöyle bir tur attığımız ve dükkanların kapanışlarını gördüğümüz Sardar marketi bu sefer bir de sabah ışığıyla, dükkanlar açılırken gördük. Çarşıdan yukarı doğru spiral çizerek yürüdük ve brahmanların yaşadığı kutsal mavi şehirden geçerek ihtişamlı Mehrangarh Fort’a ulaştık.

Çarşıda salına salına gezen inekler haraç toplar gibi dükkanlara uğrayıp her birinden günlük kumanyalarını alıyorlar. 


Sabah işlerine giden çalışanlar iyi karma için tezgahlarda satılan yoncalardan satın alıp sokaklarda serbest gezen bu özgüvenli inekleri besliyorlar.


İlk müşterilerini bekleyen taksiciler


Sabah duşunu alan mutlu bir fil.


Sardar marketteki bir yiyecek tezgahı.


Yoğurt satan bir esnaf. ©Erkul Yazgan


Mavi şehrin bir sakini.


Şehrin dar sokaklarının çöpçüleri mini eşekler.

Arkadaşlarımın tercihleri farklı olsa da benim için tüm Delhi, Agra ve Rajastan gezimizin en etkileyici, büyüleyici noktası Johdpur’du. Hem sevip hem nefret edilebilecek, aşırı fotografik, tarihin ve bugünün birbiri içinde yaşadığı tam bir kaos şehri Jodhpur. Gecesi de gündüzü de ayrı etkileyicilikte ve ikisini de görmekte fayda var.

Mavi şehrin bir başka sakini.

"Öndeki taksiyi takip et" isimli kompozisyon.

Mavi şehrin sokaklarındaki bir adak yeri. Çocuğu olmayan çiftler buraya gelip yanlarında getirdikleri havuç gibi renkli sebzeleri ilgili oyuklara soktuklarında çocuk sahibi olacaklarına inanıyorlar. Bunu tüm çarşı esnafının gözü önünde nasıl yapıyorlar orasını allah bilir!


 ©Erkul Yazgan


Mehrangarh Fort şehre girer girmez her noktadan görülen 120 metre yükseklikteki kayalık bir tepenin üzerine inşaa edilmiş heybetli bir kale. İçerisinde pek çok saray bölümü yer alıyor. Bu kısımlardaki mimari süslemeler dantel dokusunda ve bir zamanlar mihracelerin nasıl akıl almaz bir zenginlik içinde yaşandığının belgesi niteliğinde.

Zaten Hindistan’da genel olarak saraylardaki zenginlikle ve sokaklardaki fakirlik müthiş kontrastlıkta. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı Afrika’daki en fakir 26 ülkenin toplamından daha fazla. Dünya genelinde fakirlik sınırının altında yaşayanların da üçte biri bu ülkede. Özellikle kast sisteminin en altında yaşayan Dalitlerin hali içler acısı. Dünyanın en kalabalık demokrasisi olsa da Hindistan’ın eşitlik konusunda kat edeceği yol çok uzun.

Mehrangarh Fort'a giriş.

Kalenin küçük bir kısmı.




 İçerideki saray bölümlerinin incecik ve her yeri kaplayan işlemeleri akıllara zarar.

Egzotik Dural erkeği Özgür.  ©Erkul Yazgan

Ve egzotik Dural kadını Yıldız. ©Erkul Yazgan
Bir tuhaf hintli bebe.

Vermeer ışığında bir müze görevlisi.

Etrafıma toplanan hayranlarım ve ben. Bollywood'da şansımı denemek üzere acayip cesaret toplamış durumdayım. ©Erkul Yazgan

Mehrangarh Fort gezimizi bitirdikten sonra minibüsümüze atlayıp Udaipur’a doğru yola koyulduk. Allahtan otoyola girmeden, yemyeşil ve kamyonsuz köy yollarından geçtiğimiz için yolculuk uzun sürse de bir gün önceki kadar acı verici olmadı.

Udaipur’a 100 km kala Ranakpur isimli Jain tapınağına uğradık. Aşırı barış yanlısı olan Jain’ler, yaşayan her canlının kutsanmış, ulu bir ruhu olduğuna inanıyorlar ve bu yüzden koyu vejeteryanlar. Dindar olanlarını küçük böcekleri yutup öldürmemek için ağızlarına beyaz bezler bağlıyorlar. Ayrıca yine hayvanlara zarar vermemek için yerin altında yetişen hiçbir bitkiyi yemiyorlar ve güneş battıktan sonra ağızlarına lokma koymuyorlar. Bazen bitkilere de acıdıkları oluyor. Örneğin patlıcan ve kabak çok fazla tohum, dolayısıyla çok fazla potansiyel can ihtiva ettiğinden, dindar olanlar bunları da yemekten kaçınıyor. Bir yandan da ticari hayatta çok başarılılar. Birkaç paragraf önce bahsettiğim Maharani Art Exporters bir Jain işletmesi örneğin.

Jain’ler hakkında duyduğum her bilgiyle onların uzak, çok uzak bir galaksiden geldiklerine ikna oluyordum. Bu dünyadan olmak için gerçekten çok farklılar.

Mimarileri de bunun kanıtı niteliğinde. Ranakpur tamamen mermerden, her kenarı ve köşesi inanılmaz bir işçilikle yapılmış bir şaheser. 14 yy’da yapımına başlanan tapınağın inşaası 50 yıl sürmüş ve içerisinde her santimetrekaresine figürler ve desenler işlenmiş 1444 sütun yeralıyor. Sadece sütunlar değil, duvarlar ve tavanlar da bu ince işçilikten payını almışlar. İmkan olsa saatlerce hatta günlerce orada oturup duvarları ve o inanılmaz işçiliği izlemek isterdim.

Hayran kaldığım Ranakpur'un dışı, iç kısımlarına göre oldukça mütevazı.

Ranakpur'u gezmeye gelen bir öğrenci grubu.

 

Ranakpur'un tüm kapılarının eşiklerine bu şeytan figürleri oyulmuş. Tapınağa şeytanlara basarak adım atılıyor. Bu adım içeri girerken yüreğinizdeki tüm fesatlıkları dışarıda bırakıp tertemiz bir kalple ibadete hazırlandığınızı sembolize ediyor.

Ranakpur'un 1444 sütunundan birkaçı.



Tapınakta bir anne-kız.



İbadete hazırlanan Jain kadınları



Jain azizi Bhagavan Parshva Nath ve yılanların başına ördüğü şemsiye.

İzleyeni kendinden geçiren mermer oymalardan biri.

©Erkul Yazgan

Ve bir diğeri. ©Erkul Yazgan

Ranakpur molamızı saymazsak 6 saat süren yolculuk sonunda Udaipur’a vardık. Otelimiz Sheraton Udaipur Spa Resort’a yerleştikten sonra akşam yemeği yemek üzere göl kenarındaki açık bir bahçenin içindeki Raj Bagh’a gittik. Yemek sonrası erkenden otele dönüp uyuduk.

Hep beraber. ©Erkul Yazgan