Thursday 8 September 2011

KARNAVAL VE KAHVE MOLASI

Notting Hill Karnavalı Avrupa’nın en büyük sokak festivali. Biz iki gün süren bu karnavalın pazar günkü geçidine katıldık. Ana gösteriler pazartesi olmasına rağmen pazar da gayet eğlenceli geçti. Özellikle müzik, alkol, dans ve kalabalığın etkisiyle kendinden geçen ilginç karakterlerin fotoğraflarını çekmek başlı başına bir zevkti.







Oğuz ve Berat karnavalın popüler isimlerindendi.


"Girls just wanna have fun" isimli eser.






Yine bir mutlu Oğuz.




Karnaval geçidine katılanları çamur ya da çikolataya bulamak adetten.








Miki stayla.








 Kesinlikle etkileyici bir giyim tarzı. Stella Artois tamamlayıcı bir aksesuar olmuş.


Bir başka etkileyici tarz. Arka planda tanıdık iki sima...


Ve bir tane daha...


Bay Penguen


Araştırmacı blog yazarlığının tehlikeli tarafları da olabiliyor. Neyse ki cesur bir insanım.


Araya girip telef olan penguen.


Evlerinin penceresinden karnavala katılım gösteren Notting Hill'liler.



Hintlilerin Holi'sinden esinlenen boya savaşı katılımcıları.


Bu kadar eğlencenin olduğu bir yerde tabii ki insanları doğru yola davet eden misyonerler de vardı.



Notting Hill Karnavalının kökleri aslen Trinidad’daki başka bir festivale dayanıyor. Karayiplerde kahve, şeker ve tütün üretimi gibi ticari fırsatların çok, iş gücünün az olduğunu gören sömürgeci yatırımcılar için köleliğin revaçta olduğu zamanlara…


Gemilerle kaçırılıp Karayiplere getirildikten sonra Avrupa ve Amerikalılara köle olarak satılan Afrikalılar, uzun yıllar boyunca çok kötü şartlarda yaşadı ve ölümüne çalıştırıldılar. Kendi aralarında eğlenmeleri, şarkı söylemeleri hatta birbirleriyle konuşmaları dahi yasaktı. İstisnai olarak, senenin bir günü onlara geçitler düzenletip, şarkılar söyleten efendileri kendilerini eğlendiriyorlardı.

Kölelik sona erince Afro-Karayipliler bu eğlenceyi biraz modifikasyonla devam ettirdiler. Artık köle olmadıklarını, kendi kendilerinin sahipleri olduklarını ifade etmek için eski efendilerinin maskeli balolarda giydiklerine benzer kılıklar giyip, yüzlerine pudra sürüp, bazen de onların kötülüğünü anımsatıp dalga geçecek şeytani ya da gülünç maskeler takıp, şarkı söyleyip dans ederek karnavalı gelenekselleştirdiler. Bu eğlenceler köle olarak Karayiplere sürüklenmeden önce maskeler takıp, yüzlerini boyayarak Afrika’dayken yaptıkları dini ve ruhani ritüellerinin de bir nevi devamı oldu.

İkinci Dünya savaşından sonra azalan iş gücünü artırmak için çeşitli teşviklerle İngiltere’ye gelmeleri sağlanan Karayipliler, Nothing Hill civarındaki varoşlara yerleşip yaklaşık 50 sene önce bu karnavalı Londra’ya da taşıdılar.

Bu çok renkli karnavalda, sokaklardan geçen ekiplerin renkli ve şaşaalı kostümlerini ve danslarını izleyip, tırlardaki dev hoparlörlerden yayınlanan bangır bangır müziği dinleyip biraz da içtikten sonra eğlenmemek mümkün değil.

Biz de nasıl göbek dansı varsa Karayiplilerin de kalçalarını inanılmaz bir hızla sallayarak yaptıkları hipnotize edici bir dansları var. Çok düzgün fizikli ya da aşırı kilolu, genç ya da yaşlı kim olursa olsun her Karayipli kadın bunu mükemmel yapıyor.

Karnavalda kendinizi müziğin ve alkolün etkise kaptırıp dansetmeye başlayabilirsiniz. Bu noktada önemli bir uyarı yapmadan geçemeyeceğim. Dansettiğinizi gören sıcakkanlı Karayipliler size yaklaşıp, aşağıda fotoğraflarını göreceğiniz üzere grinding ya da wining denen birkaç lokal figürü uygulayabilirler, aman dikkat!




Bu zavallı polis memuresi bile wining kurbanıydı. 


Ne yalan söyleyelim izlerken çok eğlendik.



Monmount Coffee:
Londra’da içebileceğiniz en güzel kahvelerden birini bu dükkanda tadabilirsiniz. Biz Borough marketin oradakini denedik, Covent Garden’da bir şubeleri daha var. Bu dükkan/kafenin bence kahvesinden daha da ilginç olan özellikleri kahveye duydukları tutku.





Leziz palmiye ve Lattelerimiz.


Öyle bir tutku ki beğendikleri bir kahvenin peşine düşüp, dünyanın öte ucundaki üreticisini görmeye ziyaretine gidiyorlar. Kahveyi satın alırken büyük ve popüler üreticileri değil, küçük çiftlikler ve kooperatifleri tercih ediyorlar. Meyveyi, tarladaki büyüme ve sonrasındaki proses aşamasında kontrol edip hakkında herşeyi öğreniyorlar. Dükkanlarında kullandıkları el üretimi, organik, esmer şekerkamışı şekerini Costa Rika’daki özel bir çiftlikten tedarik ediyorlar. Düzenli olarak Bolivya, Brezilya, Kolombiya, Costa Rica, El Salvador, Guatemala, Nikaragua, Etiyopya, Kenya, Hindistan ve Endonezya’yı gezip, oralardaki kahve üreticileriyle her iki tarafında kazançlı çıktığı alışverişler yapıyorlar. Yani şu aralar burada meşhur olan deyimle “fair trade”e (adil ticaret) göre iş yapıyorlar. Bu küçük şirketi işleten insanların kahveye karşı duydukları tutku ve ticaret ahlakları oldukça saygı duyulması gereken bir seviyede.

Yeri gelmişken şu “fair trade” terimini de açıklayayım:

Gelişmekte olan ülke üreticileri üretim aşamasında ne kadar başarılı olursa olsun genelde ticaret kısmında mağdur oluyorlar. Aslında neredeyse kutsal bir işle uğraşıyorlar, çoğunlukla toplumun en temel ihtiyacı olan besin maddelerinin üretimini yükleniyorlar ama yokluk ve iflasla burun buruna yaşıyorlar. Bunun ne kadar zor bir iş alanı olduğunu ben de aslen annemin beş senedir titizlikle bakıp uğraştığı organik kiraz bahçesindeki üretim ve satış aşamaları sırasında anladım. Tarım doğaya ve zamana karşı verilen süratli bir yarışmış meğer.

Londra’ya gelirken BA Business’ta okuduğum bir röportajında reklamcı John Hegarty’e yeni edindiği üzüm bağlarındaki deneyimini sormuşlardı ve cevabı çok hoşuma gitti doğrusu: “Çiftçi olmayın. Bunu yaparsanız Tanrıyı ortak olarak işe almış olursunuz. O tamamen güvenilmez biri!”

Doğa koşullarına karşı ayakta dursanız bile, ürününüzü yok pahasına satmanızı bekleyen sisteme karşı ayakta durmak zor.

İşte bu fairtrade denen standart sayesinde üreticiler emeklerinin karşılıklarını alabiliyorlar. Aslında çiftçi için olduğu kadar tüccar için de kârlı birşey. Çünkü bu durum “sustainability” sağlıyor. Yani sürdürülebilirlik. Bu sayede iyi bir üretici bulmuşsanız onu desteklemiş oluyor ve o iflas etmediği için ondan bir sonraki alışverişi de yapabilme imkanına sahip oluyorsunuz.

Fairtrade İngiltere'de tüketiciler arasında giderek yaygınlaşan bir sistem. Sosyal konularda duyarlı pek çok insan fairtrade ürünlerini satın alıyor. Sadece fairtrade ürünlerine özel marketler olmasının yanısıra zincir marketlerde de kahve, şeker, kakao, şarap, bira, bal, pamuk, meyve, sebze gibi onlarca çeşit fairtrade ürün bulmak mümkün. 

Yazının başında bahsettiğim köle ticaretinden fairtrade'e katedilen yol, insanların iyiye doğru evrimleşmesinin bir kanıtı olarak bana umut veriyor doğrusu. 

Fairtrade hakkında daha fazla bilgi için Fairtrade Foundation'a bu linkten ulaşabilirsiniz.

Saturday 3 September 2011

ARAF

Evet, şu geçen günleri biraz geri sayım tadında yaşıyoruz. Evimiz ayın 9’unda müsait olacak. O zamana kadar bozkırda at koşturan atalarımız misali Londra’da bir orada bir burada göçebe bir hayat sürüyoruz. En son West Kensington’daki bir evde bir hafta kaldıktan sonra koşarak Chiswick’teki mükemmel ev arkadaşımız Rob’a geri döndük.

West Kensington’da kaldığımız ev güzeldi aslında ama tam olarak kendimize de tarif edemediğimiz sebeplerden ötürü (belki tüm evi kaplayan eski halıfleks, belki tam çalışmayan duş, belki de kahvaltıda bize krep yapacağını vaad edip de bir türlü yapmayan ev sahibimiz) pek ısınamadık. Evdeki en mükemmel şey hayatımda bugüne kadar gördüğüm en tatlı kedi olan Tarquin‘di.

En büyük takıntısı eve gelen misafirlerin saç tokalarını çalmak olan pofidik ve dev kedi Tarquin.

Ara sıra taşınmak haricinde, fırsat buldukça Londra yazının tadını çıkarmaya çalışıyoruz. Bu şehir bir festivaller cenneti. Yazın her belediye, park, bahçe kendi geleneksel festivalini düzenliyor, her yerde konserler, sergiler, workshoplar ve daha çeşit çeşit atraksiyon organize ediliyor.

Yazı başlığına gelirsek… Bu ismi Oğuz buldu ve ruh halimizi iyi anlatıyor. Henüz burada yerleşik hayata tam olarak başlamadığımız için İstanbul’la Londra arasında bir yerde, bir tür Araf’ta olarak tanımlıyoruz kendimizi.


Canary Wharf’ta Londra Senfoni Orkestrası
Evet, hem de bu kış izlediğimiz King’s Speech filminin muhteşem müzikleriyle. Hem de ücretsiz. Hem de yemyeşil çimenler üzerinde, piknik yaparak…

Canary Wharf'tan bir kesit.


İş çıkışı Canary Wharf Festivali'nde Londra Senfoni Orkestrasını dinleyip çimenlerde piknik yapan insanlar.




Hemen yanımızda oturan bu beyefendi, kalabalık piknik sepeti ve çimene saplanan özel şampanya kadehleriyle bizi oldukça imrendirdi. Bir sonraki piknik için biz de bu kadehlerden alacağız!


Arkasındaki UFO'yu hisseden Oğuz.


"Cider ve Ben" isimli eser.


Sahne renk değiştiriyor.




Etnik çeşitlilik gösteren konser seyir grubumuz.


Bilim Müzesi’ndeki kelebekler
İçersinde tropik bir iklim ve floranın olduğu dev bir çadıra yerleştirilen binlerce kelebeğin etrafta uçuştuğu bu sergiyi çok sevdik. Bugüne kadar toplamda bu kadar çeşit kelebek gördüğümü sanmıyorum.


Kelebek fotoğraflarının hepsi Oğuz tarafından çekildi.


Bu hariç.


Sergide kozalarından çıkan kelebekleri gözlemlemek de mümkündü. Ortadaki simli ve kristalimsi kozanın içinden ne çıkacağını çok merak etsek de fazla bekleyemedik.


Oğuz'un çektiği fotoğraflardan birkaç yakın plan doku.


Jamie’s Italian’da yemek
Yemek gayet güzeldi, daha da güzel olan fotoğraflardan göreceğiniz üzere rustik sunumlarıydı.

Parmesanlı ve karidesli risotto topları


Patates kızartması 


Somonlu Bruschetta


Canary Wharf’ta Beatles
Beatles’ı kim sevmez? Dünyanın en iyi Beatles tribute grubunun konserinde en çok orijinal fanları, yani şu an 60 ve 70’li yaşlarında olan genç kızlar ve delikanlılar vardı.





Victoria&Albert’ta gezinti
Muhteşem olmasının yanısıra çocuk dostu bir müze. Sıcak havalarda çocuklar V&A'ın bahçesindeki havuzda kendilerinden geçercesine oyun oynayıp koşturuyorlar.









Bu sonuncu çocuk fotoğrafını Henri Cartier-Bresson'a ithaf ediyorum.


2000 senesinde Kudüs'teki muhteşem sergisini gezdiğim Dale Chihuly'nin Victoria&Albert'taki heykeli. Kudüs'teki sergi alanını gösteren bir fotoğraf için burayı tıklayabilirsiniz.