Sunday 31 July 2011

8. GÜN

Internette önceki gece yürüşe çıkıp hayran kaldığımız Cannonbury’de kiralık bir daire olduğunu görünce hemen emlakçıyla randevulaştık.

Apartman New River Walk adında, kıyısı parka dönüştürülmüş bir derenin bir sokak aşağısındaydı. Dere 17. yüzyılda Londra’nın su ihtiyacını karşılamak için suni yollarla hazırlanan kanal projesinin bir ayağıymış. Şu anda şehrin ihtiyaç duyduğu su kanalın başka bölümlerinden karşılıyor. Emekliye ayrılan bu cılız derecik de koruma altına alınıp etrafına bir yürüme yolu yapılmış, özel bitkiler çiçekler yeşillendirilip, içersine bazı su kuşları yerleştirilmiş. Minicik de olsa kültürel mirasın parçası olarak sahip çıkılmış bu şirin parka hayran kaldım. Burada daha sonra mutlaka daha uzun bir yürüyüş yapacağız.


Dere kenarında civcivleriyle takılan bu annenin uzun yeşil bacakları, kırmızı sarı parlak bir gagası vardı.



Bu da sanıyorum civcivlerin babası.

Daireye bakmak için bizimle birlikte ispanyol bir çifte daha randevu vermişti emlakçı, dolayısıyla beraber gezdik. 1 oda bir salon şirin bir daireydi ama biraz fazla küçüktü, pek içimize sinmedi.

Akşama doğru otobüsle Hackney Wick’e gidip Nazım’ın warehouse conversion stüdyosunu ziyaret ettik. Son yıllarda dönüştürülmüş stüdyolar özellikle sanatçılar arasında çok moda burada. Fabrikalardan, depolardan, okul binalarından hatta kiliselerden dönüştürülenler var.

Nazım’ın bir arkadaşıyla paylaştığı, eski bir depodan dönüştürülmüş mekan rüya gibi bir çalışma ve yaşama alanı. Aynı bina içersinde pek çok sanatçı yaşıyor. Kapı komşusu olarak bir sürü genç ve yaratıcı insanla beraber olmak büyük bir şans, tabii öncelikle komünal yaşamdan hoşlanmanız, biraz hipster kafasında olmanız gerekiyor. 


Yaratıcılık her yerde ortaya çıkabilir ama bazı mekanlar kesinlikle insana ilham veriyor.

7. GÜN

Kahvaltıdan sonra uzun uzun internetten emlak sitelerini araştırdık. Görmek istediklerimize mail atmaya ve evlerin içini ziyaret etmek için randevulaşmaya başladık.

Bu ev sahiplerimizin köpeklerinden Betsy. Tenis topu manyağı. Tenis topu dışında hayatta başka hiç bir şeye ilgi duymuyor, tüm gün tembel tembel yatıyor. Bu fotoda ağzında 2 tenis topu birden var. Bunlara ek olarak bir de pet şişe taşıyabiliyor.



Bu da Baxter. Tazı kırması. Çok akıllı ve yaramaz. Kapıları kilitlemeyi unutursak mutlaka patisiyle açıp sokağa kaçıyor.

Shephards Bush’a gidip birkaç eve baktık ama hiç biri içimize sinmedi. Nermin’le buluşup önceki hafta bizi yemeğe davet eden Özgün ve Aslan’ın evine geçtik. Güzel bir akşamdı.

Özgün, Nermin, Aslan ve Oğuz.



Özgün’ün hazırladığı sağlıklı ve birbirinden leziz yemekler.


6. GÜN

Geçen sabah kahvaltıda Colin neden çay içmediğimi sorunca demir eksikliğim olduğundan bahsettim. Bunun üzerine alkolü bıraktığı için 2 sene önce bir dolaba kaldırdığı, son kullanma tarihi birkaç ay geçmiş Guinness’lerini getirdi. Sağlığa ve demir eksikliğine ne kadar faydalı olduğundan bahsettik.

Aslında Colin’in tarihi geçmiş biralarını içmeye pek niyetim yok ama bu her sabah aramızda bir espri konusu olmaya başladı. Kahvaltımızı hazırlarken mutlaka kahvenin yanında Guinness alıp almayacağımı da soruyor hınzırca.

Guinness’le yapılan pek çok kokteyl var. En meşhuru Black Velvet adında yarı yarıya şampanyayla karıştırılarak hazırlanan versiyon. Guinness’in yumuşak köpüğüne ve koyu rengine çok yakışan bir ismi var doğrusu. Guinness’i şaraba benzer şekilde yemeklere tat vermek için de kullanıyorlar (bu şekilde kullanılan başka biralar da var). Dana yahni ve biftek turtası Guinness’le hazırlanan tariflerden en popüler olanları.

Kahvaltıdan sonra Shoreditch civarında dolaştık. Burası graffiti sanatçılarının sevdiği bir bölge. Meşhur sokak sanatçılarından Bansky’nin bir işiyle de karşılaştık. Belediye sokak sanatının suç olduğunu söyleye dursun, mahalleliler Bansky’nin her yeni kalın plastik camlarla kaplayarak koruma almaya başlamışlar.

Yukarıdaki koruma altına alınmış yine de zarar görmüş bir Bansky işi.


Bu da Malarky’e ait başka bir sokak resmi.









Akşam üzeri Angel’da Nermin’le buluşup ana cadde üzerindeki Isarn adındaki Thai restoranına gittik. Tüm yemekler çok lezzetliydi. Etnik mutfaklardan pek hoşlanmayan Oğuz dahi yemeklere bayıldı.

Yemekten sonra Essex Road ve müthiş evlerin olduğu Cannonbury’de biraz yürüyüş yapıp eve döndük.

Wednesday 27 July 2011

5. GÜN

Bugün Nermin, Aslan, Özgün ve daha pek çok Türk arkadaşın olduğu bir doğum günü partisi için Nothing Hill’deki Windsor Castle Pub’a gittik. Fish&Chips'leri oldukça başarılıydı. Arkasında da çok geniş bir bahçesi vardı.

Doğum günü çocuğu Özgür birkaç senedir Londra’da ve yatırım bankacısı olarak çalışıyor. 29 yaşına bastı. Kutlu ve mutlu olsun diyoruz tekrar.

Bol muhabbet ve geyikle geçen eğlenceli bir pazar günüydü. Az yazım var, biraz fotoğrafla telafi etmeye çalışayım.

Oğuz ve Nermin Nothing Hill'de poz kesiyor.


Nothing Hill'de bir sokak resmi.


Resimden sevdiğim bir detay.


Pub'ın önünde Oğuz, ben, Aslan, Özgün ve Obama.


2 yüzyıl önce aynı pub.



Gece odamızdan görünen London Eye.

Tuesday 26 July 2011

4. GÜN

Bugün Londra’nın kuzeyinde zone 3’de yer alan Woodgreen’e gidip Hayriye ablanın yakın arkadaşının kardeşi Nihat’la buluştuk. Sevgilisi Shelley’le birlikte bizi karşıladılar.

Nihat özel bir şirkette treasure investor’ken kısa süre önce işten ayrılmış. Shelley ise avukat ve DHL risk management bölümünde çalışıyor. Yeni tanışmamıza rağmen çok sıcak davrandılar. Cava ve şarap içip bolca muhabet ettik. Shelley Londra’dan çok sıkılmış, bize sık sık Türkiye’nin batısında bir köy evi satın alıp yerleşme hayallerinden bahsettiler.

Spor meraklısı tipler değiller ama birkeç sene önce Docklands’ta otururken işlerine bisikletle gidip geliyorlarmış. Shelley gaza gelip ikisini de Londra’dan Paris’e 4 günde 550 mil kat edilecek bir bisiklet yarışına yazdırmış. Molalarda diğer yarışmacılar ısınma hareketleri yaparken bunlar bir kenarda sigaralarını içiyorlarmış. Yine de 4 günde yarışı tamamladıklarını söylediler.

Shelley’nin Cambridge matematik profesörü olan ama işinden nefret edip palyaço olmaya karar veren bir dayısı varmış. İlginç geldiği için yazmadan duramadım.

Akşam yemeğine kalmamız için ısrar edip bize bahçede barbekü yaptılar. Shelley içine zahter ve kişniş de eklediği lezzetli bir humus yaptı. Barbekü için köfte hazırlarken kullandığı sos dikkatimi çekti. Reggea reggea sos adında, bildiğimiz barbekü sosun biraz daha acılısı ve baharatlısı diye tarif edebilirim.

Bu sosu Jamaika asıllı Levi Roots adında bir adam büyükannesinin tarifine dayanarak hazırlamış ve birkaç sene öncesine kadar tezgah kurup Nothing Hill Karnavalında satmaya çalışıyormuş. Derken birileri ona Dragons Den’e çıkmasını tavsiye etmiş.


Bob Marley’i anımsatan tatlı halleriyle bir anda programdaki 2 yatırımcıyı ve BBC’de programı izleyen herkesi büyülemeyi başarmış. Levi Roots ilk sene 50.000 şişe sos satmayı öngörürken ilk haftadan itibaren 50.000 şişe satılmaya başlamış.

Şu anda sos İngiltere dışında başka ülkelere de satılıyor, Dominos’un bu sosla hazırladığı bir pizzası var, başka restoran zincirleri de bu sosun olduğu ürünleri piyasaya sürmeye yarışında. Reggea reggea yemek kitabı, reggea reggea ketçap ve daha pek çok ürün skalaya eklenmiş. Sos burada kısa zamanda bir çılgınlık halini almış.

Başarısının tarifi çok basit ve samimi. Herkes aurasından etkilendikleri bu adamın başarmasını istiyor ve buna ortak olmak için de markete gittiklerinde 1 şişe ucuz sos alıyor. 

3. GÜN

Sabah kahvaltısında Norveç’te yaşanan bomba ve silahlı saldırı haberlerini öğrendik. Colin Londra’da terrör saldırılarına karşı şehrin her yerine kameralar yerleştirilip görüntülerin detaylı bir şekilde incelendiğinden bahsetti. Özelikle metro konusunda çok hassaslar. Geçtiğimiz senelerde gizli polis saldırgan şüphelisi olarak takip ettikleri (sonradan masum olduğu anlaşılan) bir adamı metroya girer girmez vurarak öldürmüş.

Kahvaltıdan sonra Borough’daki Registiration Office’e gidip göçmenlik kaydımızı yaptırdık. Normalde uzun sıralar olabiliyormuş bu ofiste ama bizim işimiz fazla uzamadı.

Tam da karnımız acıkmıştı, bu vesileyle civardaki meşhur Borough Market’e uğradık. Bu açık pazarda meyve, sebze, et, şarküteri vs. herşey satılıyor. Küçük ve artizan üreticiler ürünlerini doğrudan tüketiciye satma imkanı buluyor. Her reyonda bir tadım yapılıyor. Burada herkese göre atıştıracak bir şeyler var.





Borough Market’ten sonra bankaya gidip adımıza hesap açtırdık. Bankamatik kartımız umuyoruz 5 gün içersinde elimize geçecek.

Daha sonra Covent Garden’a yürüdük. Hem yorgun hem de acıkmıştık. Marks&Spencer’da bir şeyler atıştırdık. Marks&Spencer’ın yemek bölümüne daha sonraki bir yazımda detaylı şekilde yer vermek istiyorum. Burada Tube ulaşım için ne kadar hayatiyse neredeyse M&S de çalışan insanların yemek ihtiyacı konusunda benzer öneme sahip. 

Sunday 24 July 2011

2. GÜN

Sabah erken kalkıp internette biraz vakit geçirdik. Salona indiğimizde Colin nefis kahvaltılıklar hazırlamıştı. Kruvasan ve kahveyle karnımızı doyurup Colin’le sohbet ettik.

Bize geçtiğimiz yaz Mel ve birkaç arkadaşlarıyla birlikte Campervan kiralayıp Glastonbury festivaline gittiklerini anlattı. Araç kiralayan şirket bir hata yapıp onların kiraladığı medium aracı başkasına verince Colin’lere dev bir Amerikan lorry’si tahsis etmişler. Hani şu Amerikan yollarında kullanılan, müzisyenlerin turneye çıktığı, içinde küveti ve çamaşır makinesi dahi olanlardan. Konforlu geçmiş tabii oldukça.

İşin enteresan tarafı 70’li yaşlardaki insanların yaz tatillerinin bir kısmını Glastonbury’de geçirip Beyonce, U2, Coldplay, Morrisey dinlemeye gitmesi. Ben şimdi bir yandan bizdeki yaşlıları düşünüyorum. Aklıma doğrudan evlerinde invizaya çekilip, tek hobisi torun sevmek olan, geçmiş günleri yad ederek vakit geçiren insanlar geliyor. Sanırım buradaki insanlar sadece fiziken yaşlanıyorlar, ruhları bizden daha genç. Avusturya’da 80’lerindeki kayakçıları görünce de aynı şeyleri hissetmiştim (hatta onlar fiziken de yaşlı değildi sanki, evet derilerinde kırışıkları vardı ama kondüsyonları bizden kat kat iyiydi). Türkiye’ye göre formatlanmış zihnimin buraya adapte olması zaman alacak. Daha çok şaşıracağım gibi görünüyor.

Evden 4 pm’e doğru çıkıp otobüsle Elephant&Castle’a, sonra da tube’le Piccadilly Circus’a gittik. Eat’te karnımızı doyururken yağmurun dinmesini bekledik. Oğuz’a Vodafone hat aldık. Totenhamcourt’ta Nermin’le buluşup Soho’da bir pub’a gittik. Daha sonra Özgür’ün ortaokuldan beri Londra’da yaşayan arkadaşı Evrim bizi akşamki pub-crawl’lerine davet edince Tube’la Chancery Lane’e gidip Clerkenwell’deki Jerusalem Tavern’de buluştuk.

Burası tarihi 14. yüzyıla uzanan bir pub, 1720’den beri de şu anki binasında. Londra’nın klasik süslü publarına nazaran çok daha sade, neredeyse bizdeki esnaf lokantalarının havası var. Kendi küçük imalathanelerinde (microbrewery deniyor böyle yerlere) özel biralar üretiyorlar. Ben özel tariflerinden Honey Porter’ı denedim. Yoğun bir parfümü yudumlamak gibiydi. Daha önce bu kadar keskin kokulu bir bira tatmamıştım. Çok lezzetli ama yoğun aromalı oldugu icin ½ pint olarak denenebilir.

Evrim tam bir Londra aşığı. Sinema hem işi hem de tutkusu, burada bir film klubü yönetiyor. Bir ara Time Out Londra için de çalışmış. Londra’nın alternatif ve özel yerlerini  keşfetmek için iyi bir rehber olacağını Özgür söylemişti, biz de kendisiyle tanışınca anladık.

Sonrasında Barbican yakınlarında Old Red Cow isimli pub’a gittik. Biranın yanında atıştırmalık olarak kerevit patesiyle kapli Scottish Eggs ve kızarmış patates yedik. Normalde bu İskoç yumurtalarını sosis dolgusuyla yapıyorlar, kerevitle kaplanmış hali oldukça başarılıydı. Kızarmış patatesler ise burada çoğu yerde başarılı, patates böyle bir şeyse ben bugüne kadar farklı bir şey yemişim.

Daha sonra tube’la Phoenix tiyatrosunun altında, sadece üyelerin girebildiği Phoenix Artist Club’a gittik. Burada biralarımızı Evrim ısmarladı.

Böylece 4 pub’lık kısa bir pub-crawl’ı tamamlamış olduk ve evlere dağıldık. Pub-crawl “birahane emeklemesi, sürüklenmesi” anlamına geliyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde ne kadar doğru bir tabir olduğunu da anlıyorsunuz.

1. GÜN

20 Temmuz Çarşamba günü British Airways’in 13.55’te İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan kalkan uçağına binip Oğuz’la beraber Londra yollarına koyulduk.

Valiz aşamasında en büyük sınavımız Oğuz’un dükkanın en önemli demirbaşı olacak olan work station kasası ve dev monitörünü paketlemek oldu. Bu kısımdan biraz uzun bahsedeceğim. Bunun sebebi, bilgisayarımızı Londra’ya uçakla götürmeye karar verdiğimizde internetten konuyla ilgili araştırma yaptık ama fazla kaynak bulamamadık. Maksat desktop bilgisayarını yurtdışına bu şekilde taşıyacaklara hizmet etmek…

Peki neden uçak? Çünkü araştırdığımız en ucuz kargo şirketinden daha ucuza geliyor, gümrüğe takılma riski yok ve hızlı. Güzelce paketleyerek zarar görme ihtimalini de engelleyebiliyorsunuz.

Öncelikle dev monitörden bahsedeyim… “Aman ne olacak bir monitörden” diye düşünenler varsa standsız ağırlığının 6 kg geldiğini ve medium boy bavullara sığmadığını belirtmek isterim. Bir ara monitörü kabine almayı düşünmüştük ama iyi ki de yapmamışız, sığmayacakmış. Onun yerine güzelce 3 kat bubble wrap’a sarıp kenarlarından giysilerimizle sıkıştırarak destekledik ve en büyük boy valizimize yerleştirdik. Workstation kasasını da 2 kat bubble wrap üzerine Oğuz’un lacivert battaniyesi ve sevgiyle sarıp Atilla’dan aldığımız dev bir karton koliye yerleştirdik. Son olarak havaalanında plastik folyoya benzeyen zımbırtılarla kaplattik.

Neticede uçağa yasak listesinde bulunmayan bir şeyi sokabiliyorsunuz. Ama bilgisayar yekpare olarak çok ağır geldiginden parçalara ayırıp, valizlere garip parçalar dağıtınca kontrolde “dur kardeşim napıyosun, bomba mı yapcan” diye durdurmalarından pek korktuk. Örneğin bilgisayarın içinden çıkarıp valize koyduğumuz, benim fan olduğunu tahmin ettiğim bir parça var, kenarlarından bir sürü bakır çubuk çıkıyor ve el kadar şey 1 kg’dan ağır, yani ben onu yolda görsem bomba diye şüphelenebilirim (Oğuz’a sordum heat sync imiş meğer bu parça). Neyse ki kontrollerdeki görevliler benden daha bilinçli  çıktılar. Sadece kabin içine aldığımız 4 hard diski çıkarıp kontrol ettiler. Eğer benim kabin valizimdeki scanner ve Wacom’u da kontrol etmek isteseler, valize son anda tıkıştırdığımız çoraplar ve bilumum ıvır zıvır eşya etrafa sere serpe dağılacak ve rezillik yaşanacaktı, yaşanmadı. Alman kontrolünden geçsek bu kadar şanslı olmayabilirdik. Oradaki görevliler kameraların lenslerini çıkarıp, ışığa tutarak içlerini kontrol edecek kadar detaycı. Sonuç olarak korktuğumuz gibi kontrollerde didiklenip dağılmadan bilgisayar parçalarımızı gayet güzel şehr-i Londra’ya getirebildik.

2 büyük, 2 orta, 2 kabin boy valiz ve 2 laptop çantasıyla Heatrow’a indiğimizde bizi ev sahibimiz Colin ve onun station wagon Nissan arabası karşıladı. Rahat bir yolculukla ilk iki haftamızı geçireceğimiz evimize doğru yola koyulduk.

Daha önceki Londra seyahatlerimizde Luton ve Gatwick’ten şehir merkezine trenle gelmiştik. Tren yollarının etrafı eski evler ve pofidik koyunların otladığı geniş arazilerle çevrili olduğundan ilk izlenim olarak eski filmlerdeki gibi grotesk bir Londra canlanıyor insanın kafasında. Bu defa Heatrow’dan arabayla gelirken şehrin modern yüzü karşımıza çıktı. Cool’lukta New York ile yarışan batı Londra’yı gördük. Audi’nin müzeye benzeyen muhteşem dev showroom’u ve Chelsea Limanı’ndaki şirin tekne evleri daha önceki seyahatlerimizde görmemiştik. Bir ara kırmızı ışıklarda ellerinde silecek ve bezlerle arabaların camlarına atlayıp dilenen Romanları görünce İstanbul’dan da izler bulmuş olduk ve Londra’nın kozmopolit yapısına tekrar şaşırdık.

Ev sahiplerimiz Colin ve Mel 70’li yaşlarda çok tatlı bir çift. Bize her konuda detaylı şekilde yardımcı olmaya çalışıyorlar. Evleri güney Londra’da Camberwell’de 5 odalı harika bir dubleks daire, burada 2 tatlı köpek ve odalarını kiralayan misafirleri ile beraber yaşıyorlar. 


Airbnb.com’u ilk kullanışımızda böylesi güzel bir mekan ve insanlara denk geldiğimiz için çok şanslı hissediyoruz.


Kaldığımız oda evin en güzel odası. 5 metre enindeki panaromik ve boydan boya cam cephesiyle yataktan Londra kartpostallarında görünen London Eye, Big Ban, Westminster Abbey, Swiss Re, BT Tower, inşaası süren Shard London Bridge gibi pek çok önemli yapıyı görmek mümkün.



Evde beraberce çay içip biraz muhabbetten sonra dışarı çıkıp Oyster’larımızı bir haftalık doldurduk ve otobüsle Leicester Square’e gidip Fatih’le buluştuk. Fatih dokuz aydır Londra’da. Kendisi çok yetenekli bir fotoğrafçı. (Daha fazla bilgi için bknz. noradius.wordpress.com) Şehirdeki bu ilk fotoğrafımızı da o çekti.


Pret a Manger’da birer sandviçten ve Soho’daki bir pub’da birer ale’den sonra son iki gündür ne kadar yorulduğumuzu anladık. Tube’e atlayıp sonrasında 15 dk’lık bir yürüyüşle eve döndük. Perdeleri açıp Londra manzarası ve TV izleyerek uykuya yattık.


Merhaba

Gülçin ve Oğuz’un blog’una hoşgeldiniz.

Ben (Gülçin) grafik tasarımcı, reklamcı, sanat yönetmeni ve şu an amatör ama gelecek vaadeden bir illüstratörüm.

Oğuz ise post prodüksiyon alanında çalışıyor, aslında pek çok titri var ama akrabalarımıza ne iş yaptığını anlatmakta zorlanıyoruz, animasyon, çizgi film ve efekt işiyle uğraşıyor diyoruz. Ecnebilerin deyişiyle technical director ve cgi artist oluyor kendisi.

Yaklaşık 6 senedir evli bir çiftiz. Bir süredir hayalimizde uzun ve mesleki açıdan bizi geliştirecek bir yurtdışı tecrübesi yaşama isteği vardı. Kısa bir süre önce vize başvurularımızı tamamladık ve Londra’ya yerleşme kararı aldık. Şu an kafamızda ne kadar kalacağımıza dair belirli bir süre yok. Mutlu olduğumuz ve bizi idare edecek kadar para kazanabildiğimiz sürece burada olacağız.

Ne Oğuz ne de ben maalesef fil hafızalı tiplerden değiliz. Gezdiğimiz yerlerin detaylarını hatırlayabilmek için bir kaç senedir seyahat günceleri yazıyorum. Bu blog’u da hem kendimize hatırlatmak hem de anılarımızı arkadaşlarımız ve akrabalarımızla paylaşmak için kurmaya karar verdik.

Burada gezip gördüklerimizi ve (yediğiniz içtiğiniz size kalsın derler ama bize kalmasın) yediklerimizi anlatacağız. Henüz tanışmadığımız kimseler de okuyup, kendilerine anlamlı gelen birşey bulabiliyorsa bu bizi mutlu eder.

Sevgiler

Gülçin&Oğuz
Londra 24 Temmuz 2011 

Not: Yazıları yazmak ve kontrol etmek zaman aldığından ve geceleri erkenden uyuyan bir tavuk olduğumdan, yazılarımız günü gününe yayınlanmayacak. Yani Blogspot'taki tarihler esas olamayacak, birkaç gün gecikmeli olarak yazıyor olacağız.